9 Nisan 2011 Cumartesi

Francis Bacon



     “19. Yüzyılda Avrupa’da sanat ortamını biçimlendiren “kültürel belirtilerin” yansımalarındaki etmenler ile Fancis Bacon”


     Wölfflin’in çizgisel ile gölgesel, düzlem ve derinlik, açık ve kapalı form, çokluk ve birlik, belirlilik ve belirsizlik gibi salt forma ilişkin nesnel ölçütler doğrultusunda sanat yapıtının incelenmesinde biçime ilişkin yasaları kurmayı amaçlamış olsa da 1; sanattan bahsederken kuşkusuz, Panofsky’nin değerlendirdiği doğrultuda değerlendirmeli, içinde yer edindiği toplumun ekonomik, kültürel, psikolojik, söylevsel, bilimsel ve teknolojik tüm değişkenleri göz önünde bulundurmalı. 20.yüzyıl Avrupa resminde, insan figürüne yüklenen anlamları değerlendirebilmek için bir önceki yüzyılın bilinci masaya yatırılmalı,  19.yüzyılın yaşadığı görkemli değişim ve gelişimler gözden geçirilmelidir. Özellikle, 1789 Fransız devriminden sonra, düşünsel alandan ekonomiye her sahadaki başkaldırılar ve gelenekselliğe karşı özgürleşme, bağımsızlaşma tutkuları ile biçimsel parçalanmalar yaşayan bu süreç, 20.yüzyıl yarılarına kadar sanatta etkisini hissettirmiştir.     19. yüzyıl psikolojisini belirleyen önemli gelişmelerden biri 18. yüzyıl İngiltere’sinde yaşanan Sanayi Devrimi idi. Bu devrim, 19. yüzyıl Avrupa’sının tüm alanlarında etkisini hissettiriyordu. Bu büyük değişim, insanlık tarihinin, Neolitik devriminden süregelen en önemli tarihsel olgularından biriydi. Üretim araçları büyük değişimleriyle, insan faktörünün gücünü bir hayli önemsizleştiriyor; üretim ilişkileri, makinenin gücüyle tanışıyordu. Bir yandan üretim ilişkileri biçim değiştirirken diğer yandan da bilimsel tartışmalar, çığ gibi büyüyecek olan yeni gelişimleri müjdeliyordu.   Önü kesilemeyen bu gelişimin, Avrupa’daki toplumsal yapıyı nasıl etkilediğini incelerken, yüzyıllardır değişmeyen köylü, kentli, soylu ve ruhban sınıflarından oluşan yapının parçalandığı; işçi sınıfı ve orta sınıfın da katılmasıyla yeni bir yapının oluşmaya başladığını görürüz. Artık, sanayinin kurulduğu kentlere göç başlamıştır. Çoğunluğu sanayiciler, tüccarlar ve serbest meslek sahiplerinden oluşan burjuva sınıfı, savunduğu Liberalizm ile girişimciliği desteklerken; eski feodal yapıların, yönetime ve ekonomiye müdahalelerine karşı radikal bir duruşu benimsemiştir. Fakat, hızla sanayileşen kentlerde sosyal problemler de baş gösteriyordu. Sınıflar arasındaki ekonomik ve kültürel uçuruma neden olan sosyal eşitsizlik sonucu; toplumdaki adaletsizliklere ve artık yeni kimlikleriyle sınıflaşan işçilerinin  sömürülmesine tepki olarak yeni bir düşünce akımı doğdu: sosyalizm.  
     Sanayi Devrimiyle başlayan hızlı gelişim sanatı da büyük oranda etkilemiştir. Toplumsal bunalımların aksine, sanatta birey daha bir önem kazanmış ve sanat iyimser bir bakış açısı yakalamıştır. Sennett’e göre, 20. yüzyılın mahrem toplumu, 19. yüzyılda yapılanan sanayi kapitalizminin ve yaşanan “Tanrı ölümü”nün – sekülerleşme- yol açtığı sarsıntılar üzerine kurulu iki temel ilke etrafında örgütlenmektedir: Benliğin sonsuz tatmin arayışı olarak tanımlanabilecek “narsisizm” ve yıkıcı/dışlayıcı/reddedici cemaat anlayışlarının yüceltilmesi zuhur etmiştir. Herbert Read, Sanayi Devriminin sanata etkisini şöyle açıklar: ‘’ Sanayi devriminin etkisiyle sanatçı temel ekonomik üretim sürecinden uzaklaşmıştır. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin ortaya çıkmasıyla başlar. 15. yüzyıldan itibaren sanatçılara maddi ve manevi destek sağlayan zenginler, zamanla kendilerini daha önemsemişlerdir. Sanatçının yaptığı bir resimde, koruyucu, bir
zamanlar kuytu bir köşede iken, boyutlar sonraları değişmiş, Holbein’ın ‘Meryem, İsa, Vali Meyer ve Ailesi’ adlı resmindeki gibi bütün figürler aynı boyda yer almaya başlamıştır. ‘Tanrı kadar iyi insan’ kavramı, üç yüzyıl kadar sürecek olan portre ve tarihi resim okullarının gelişmesine neden olmuştur. Ortaçağ’da toplum yapısının sadece bir sınıfa bağımlı hale gelmişti. Metal işçiliği yapması, mobilya ve duvar halılarını üretmesiyle, bir anlamda endüstriyel bir kişiliğe bürünmeye başlayan sanatçı, sanayi devriminin tamamlanmasıyla, bu tür etkinliklerden uzaklaşıp koruyucusunun sırtından geçinen bir asalak haline dönüştü.

Genel olarak 18. ve 19.yüzyıl burjuva sanatında olduğu gibi, koruyucusunun görüşünü benimseyerek, varolan toplumsal durumu destekleyip, müşterilerinin zevklerini doyuracak resimler yapan sanatçılar, uzun süre toplumun organik bütününden esinlenmeden yarattıkları bu amaçsız ve sofistike yapıtlarla sanatın sürekli bir gerileme sürecine girmesine neden olmuşlardır. Sanatçının öncü niteliğini kaybetmeye başlaması ile toplum ve sanatçı arasındaki ilişki de bozulmaya başlamıştır.’’ 3
      19.yüzyıl aynı zamanda siyasal açıdan da parçalanmaların yaşandığı bir yüzyıldır. Ulus bilincinin gelişmeye başlamasıyla bağımsızlık savaşları başlamış, imparatorluklar yıkılmıştır. Napolyon’un tarih sahnesine çıkışından Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede, Avrupa fiziksel ve siyasi değişimler yaşadı. Bu değişimler sadece Avrupa ülkelerini etkilememiş, ayrıca bu ülkelerin sömürgeleri de bu etkiden paylarını almışlardır. Bu dönemdeki en güçlü ülkeler; Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya’nın başlıca amacı toprak kazanımı ve sömürge sayılarını arttırmak olmuştur.

    19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren, batıda yapısal değişime katkıda bulunan en önemli gelişmelerden biri de bilimde olmuştur. 1867’de elektrikli, 1896’da içten yanmalı motorların icat edilmesiyle; doğal gücün yerine geçen bu yeni enerji, tüm dünyada süreklileşen değişime başka bir alandan katkıda bulunmuş oldu. Okyanus aşırı deniz yolculuklarının yapılmaya başlaması, 1901’de Marconi’nin radyo mesajlarını Atlantik ötesine gönderebilmesi, 1905’de ilk kez Santos-Dumont tarafından yolcu taşıyan uçak yolculuğunun yapılması, fotoğraf ve sinema makinelerinin ortaya çıkması, gene 19.yüzyıl ikinci yarısındaki önemli gelişmelerdir. 
     Geniş kitlelere yayın ulaştırabilecek denli, işlevsel basımevlerinin kurulması; dünyada olup bitenlerin kısa sürede herkes tarafından öğrenilmesini sağlarken, ülkeleri de kültürel açıdan birbirlerine yaklaştırmada önemli rol oynamıştı. Pasteur  her ne kadar günlük yaşamda etkileri doğrudan hissedilmese de düşünce biçimine getirdiği yenilikler açısından, Charles Darwin’in 1859’da yayınladığı Doğal Ayıklanma ile Türlerin Oluşumu adlı kitabı önemli bir rol oynamıştır. Darwin,  dönüşüm fikrine büyük bir açıklık getirmiş ve teorisiyle daha önce kabul görmüş yaratılışa ait tüm inançlara radikal bir düşünce savaşı açarak doğada önceki tasavvurlardan çok farklı, mekanik ve tedrici bir değişimin varlığını savunmuştur.  
     Bilim ve teknik alanında bunlar yaşanırken, daha soyut düşünce alanlarında,  felsefe ve psikolojide yirminci yüzyılı yüksek bir oranda etkileyecek yenilikler yaşanmıştır. Felsefe açısından 19.yüzyıl, aklın ve duygunun birbirlerine üstünlük kurduğu, madde ve düşüncenin birbirlerine karşı cephe açtığı; Alman idealizmi ile Fransız materyalizminin sentezleriyle bir sonraki yüzyılı belirleyen düşünce akımlarının üretildiği bir yüzyıldı. Bu yüzyıl felsefesine yön veren en önemli iki etken, Fransız Devrimi ve Alman İdealist düşünce akımıdır. Fransız
Devriminin en önemli düşünürlerinden olan J.J.Rousseau’nun, Rönesans kültüründeki ilerlemeye ve toplumsal gelişmeye karşı olan amansız savaşı, doğayı topluma tercih etmesi, 19. yüzyıl sanat bilincinde sürekli yinelenir. Bu görüş bir çok ülkedeki düşünsel yapıyı etkilemiştir.
                19.yüzyıl da Alman İdealizminin, Avrupa sanat ve düşünce hayatındaki, gerek üretkenlik, gerek de etki bakımından önemi ve öncülüğü göz ardı edilemez. Bu düşünce yapısına radikal bir tepki olarak ortaya çıkan en önemli isim F. W. Nietzsche’dir. Nietzsche 19.yüzyılda yaşamasına rağmen 20.yüzyılı en çok etkileyen düşünürlerdendir. Hıristiyan ahlakına amansız bir savaş açmış, “Tanrı’nın ölümü”nü ilan etmiştir. 19.yüzyıl Avrupa insanının ve çağının tüm değerlerinin artık çöküntüye uğradığını göstermiştir. Tanrı’nın ölümüyle meydana gelen bu ruhsal çöküntüye reçete olarak, tüm değerlerin yeniden sorgulanması anlayışını getirmiştir. Kendi kavramıyla, ‘decadence’ olarak tanımladığı bu çürümüş insana son çare olarak ‘etken nihilizm’i önermiştir. ‘decadence’ insan, O’na göre, kendi küllerinden doğan ve asil bir ruha sahip olan ‘üstün insan’ın atası olmalıydı. Nietzsche’nin sanat üzerine söyledikleri devrimsel nitelikteydi. Sokrates öncesi antik yunan sanatını övüyordu. Bu sanat Dionysos özellikleri taşıyordu; içgüdülerin bastırılmadan dışa vurulduğu, akıldan ve biçimden oldukça uzak bir esrikliğe sahip, yaşamı, yeryüzünü ve insan bedenini olumlayan bir sanat anlayışı... Bir de bunun karşısına Apollon özellikleri taşıyan sanatı çıkartıyordu. Dionysos sanatını yerle bir eden bir anlayışa sahipti bu sanat. Apolloncu sanat, Sokrates ile birlikte başlayan ve Hıristiyanlıkla zirveye ulaşan; aklın içgüdüleri kontrol etmesi ve biçimselleştirmesiyle zuhur eden bir tür çileci yaşama neden olan; yaşamı, bedeni ve yeryüzünü olumsuzlayan bir anlayışa sahiptir. Nietzsche bu düşünceleriyle 20.yüzyıl felsefesini ve sanatını büyük ölçüde etkilemiştir.
1. Erwin Panofsky, İkonografi ve İkonoloji, Renasissance Sanatı’ nın Incelenmesine Giriş, 10-11 Çeviren; Engin Akyürek, Afa Yayınları  
2.  Devrim SEZER, ‘’Mahremiyetin Despotlukları: Kamusal İnsanın Çöküşü Üzerine Bir Deneme”, http://www.korotonomedya.net
3.  Herbert READ, Philosophy of Modern Art, 26-27. Kessinger Publishing 
5. Ersan Çağatay, Mimar Sinan Üniversitesi,  Yüksek Lisans Tezi, 2007




* Şimdilik bu kadar:) zaman oldukça devamı da gelecektir:p

































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder