24 Aralık 2011 Cumartesi

"Eleştiri kuramları ve yazın metninde eleştirel yaklaşımların günümüze kadar gelişiminden yansımalar"


Eleştiri için; temel olarak “Norm” ve “Format” a (biçim) gereksinim duyulur. Bu bağlamdan yola çıkarak normumuz edebiyat alanıdır. Bu raporda hedefim, norm ve formatın yani biçimin zaman içinde nasıl kurumsallaştığını incelemek ve yazın metninde eleştirel yaklaşımların nasıl şekillendiğini genel hatlarıyla göstermektir.

Antik Yunan’ da, dil ile varlığı ele alınır ve dilbilisi adına birtakım sosyal pratikler vardır. İlk dilbilimciler Sokrates (İÖ 470-399) , Platon (İÖ. 427-347), Aristoteles (İÖ. 384-322) Horatio (İÖ. 65-8) gibi felsefecilerdir. Söz sanatı ve yazın sanatı yani Retorik ve Art Poetika ile asıl mesele edebiyat yapıtının algılanmasıdır. Batı edebiyatında eleştirinin dört praksisle şekillenmeye ve haliyle kurumsallaşmaya başladığını söylemek mümkündür. Destan, Dram/ Tragedya, Komedi, Şiir/ Ditiramp gibi türlerin kuralları konur ve o kurallar doğrultusunda türler kendi içinde gelişmeye başlar. Her türün otoritesi vardır ve eleştiri ona göre yapılır. 17. Yüzyılda Boileau birçok türün yazın sanatı bağlamındaki çerçevesini bir rehber, bir yol gösterici şeklinde belirler. Belirlenmiş olan çerçevenin dışına çıkmak söz konusu bile değildir. Örneğin trajedilerde hep bir ana fikir, bir mesaj, bir ders çıkarma durumu  olur (Catharsis) ya da komedide bastırılmış temalar ele alınır. Taklit, biriyle alay etme. Ne var ki 18. Yüzyılın yarısından sonra türlerin otoritesi sarsılır ve çeşitlemeler başlar. 

Metin olgusu, yazınsal metnin kurumsallaştırılması, batı edebiyatı tarafından kurumsallaştırma, sorunsallaştırma ve örnekleme şeklinde yapılır.
Eleştiri 19. yüzyıla’a kadar Aristotelesçi mimetizmi benimser. 20. yüzyılda ise artık modern yaklaşımlar başlar. Eleştiri öncelikle sınıflama yapar sonra da edebiyat yapıtının üzerinden giderek, değerlendirme ölçütlerini oluşturur. 

Tarihsel gelişimle her eleştirel yaklaşımın beraberinde yeni bir yazın anlayışı doğurduğunu göz önünde bulunduracak olursak, 16. yüzyılın normatif hiyerarşik buyurganlığından sonra Hümanizma  kavramının doğması, Rönesans sonrası 17. yüzyılda kuralcı eleştiriyi karşımıza çıkarır.

Moliére’ e (1622-1673) göre sadece Horatius’un ve Aristoteles’in değil, sağduyusu bulunan herkesin varabileceği gözlemlerdir, en büyük kural da beğenilmektir, hatta , “Kurallara uygun oyunlar beğenilmiyorsa, beğenilmeyenler kurallara göre yazılmışsa, bu kuralların ister istemez kötü düzenlenmiş olmaları gerekir.”(1) der. Nitekim dönemin kuramcısı Boileau, sanatın amacının hoşa gitmek olduğunu kesinler. Moliére de Racine de çağdaşlarının ilerisindedir. Kuralların önemini kendileri de benimsemekle birlikte,  bağnazca saltlaştırılmalarına karşıdırlar.

Kuralcı eleştiri Aristo’dan başlayıp antik mimesis kurallarının 17. yüzyıl Neoklasik dönemde yeniden yorumlanıp, insan doğasını olduğu haliyle yansıtmak üzere temellenmiş eleştiri biçimi olarak 18. Yüzyıla kadar gelir ve yapıtın kurallara uygunluğunu içerik ve biçim bakımından  sorgular. 19. yüzyılın başlarında Mme de   Staël ‘in (1766-1817) geliştirdiği yepyeni yazın anlayışından sonra bile, kuralların değişmez ve belirleyiciliğine inanan birçok yazara oldukça sık rastlanır. 

Eskil yazın önimini bir ölçüde yitirmeye başlasa da, özellikle 18. yüzyılda, kuralcı anlayışın karşısına yaratıcı ve gerçekçi anlayışın çıkarıldığını görürüz. Diderot, kuralcı yaklaşımların yaratıcı sanatçılar için ayak bağı olduğunu ileri sürer.  
Kuralcı eleştiriye , hele kuralcı eleştirmene her zaman her yerde rastlansa bile, 17. yüzyıl Fransa’sında yazın evrenine egemen olan kural tutkusuna bir başka yazın ortamında rastlamak pek mümkün olmayacaktır. Madame de Staël’e göre, bir halkın düşünce ve duygularını ortakyaşam da söz konusu halkın yaşadığı yerin iklimine, bağlı olduğu siyasal kurumlara, dine ve yasalara bağlıdır. Bu koşulların değişmesi durumunda, yazın da değişecektir fikri ile eleştirinin de değişmesi gerektiğini savunur. Fransız devrimi ile yeni toplum - yeni edebiyat - yeni eleştiri anlayışında yeni pratikler gelişir. Sosyal pratiklerde de değişikler kaçınılmazdır. Burjuvazi’ nın yükselişi ile yazın yapıtının daha önceden belirlenmiş kurallara uyup uymadığını belirlemek ve onları buna göre değerlendirmek yerine, doğrudan doğruya ona yönelip onun güzelliklerini ortaya çıkarmaya çalışacak, bulguladığı güzellikleri okurun da görmesini sağlayacak, bir bağlamda yazar ve eleştirmenin bireselliğini kesinleyecektir.

Özetlemek gerekirse; 19. yüzyıla kadar gelen kuralcı eleştirinin kriterlerdindeki içerik ve biçim kurallara ne kadar uygun anlayışı, yerini 19. yüzyıldan sonra olgucu eleştiriye bıraktı. Artık yapıtın göreceliliği, değişkenliği, yapıtın tarihsel ve toplumsal bağlamdaki incelemeleri sorgulanır oldu.

Sainte Beuve, eleştirinin özgünleşmeye başladığı savı ile kuramsal çevrelerdeki eksikliklere, bilimselliğin önemine dikkat çeker. Sainte Beuve’ün romantik eleştirisine göre, Hypolite Taine’in başlattığı olgucu eleştiri, daha sistematik ve dizgesel bir yaklaşım ile yazarın yaşadığı ortama, iklime, ulusa, zamana, yazarın temel ana yetisi gibi dört önemli kritere dikkat çeker. Gustav Lanson, üniversite eleştirisini hazırlar ve kaynak eleştirisinin temelini atar. Bugün hala Türk üniversitelerindeki eleştirel inceleme geleneğinin temeli buradan kaynaklanır. Olgucu eleştiriyi  dört temel eleştiri disiplininde toplamak mümkündür.

Kaynak eleştirisi, yapıtta ya da yazarda karşılaştığımız düşüncelerin, konuların, izleklerin, anlatım biçimlerinin vb. Nasıl ortaya çıktıklarını, nerelerden, nelerden, kimlerden kaynaklandığını, yazarın usunu ya da imgelemini yönlendirmiş olan olayı, sözü ya da metni bulmayı amaçlayan bir araştırma biçimidir. Lanson’ dan sonra Baktin’in getirdiği söyleşimci yöntemin kaynak araştırmacılığında sağlam bir kuramsal temele oturur. Araştırmaları daha kapsamlı, daha verimli olarak nitelenebilir.
Baktin’e göre, söylemin tarih içindeki yerinin belirlenmesi, sözcelem sürecinin bireysel düzlemde, bireysel bir veri olarak değil, bireylerarası bir veri olarak almamız gerektiğini söyler.



Oluşum eleştirisinin, bilimsel ve yöntemsel bir savı yoktur ama bir yapıtın oluşum sürecini inceler. Yapıtın yaratıcısı değil, düşüncesini işleme biçimi üzerine soyut bir çözümlemedir.

Toplumbilimsel eleştiride, siyasal bir görüş doğrultusunda yapıt ve yoplum incelenir. İnsan, ekonomi ve sınıf çerçevesinde sosyolojik açıdan ele alır. Tarihte toplumun nasıl değiştiğini inceler. Nesnel ya da bilimsel olması beklenmez. Taine’ in yaklaşımının bir uzantısıdır, daha yeni ve daha özenli uygulamalar sunar. George Lukacs, Lucien Goldman, Piere Barbéris ideolojilerinden ötürü birer çözümleyici olmanın ötesinde, birer yol gösterici olmak isterler.

Ruhbilimsel eleştiride yapıt, tıpkı bir bir psikolojik nesne gibi ele alınır. Freud’un kuramının etkisi büyüktür. Yapıtı gizli içerik, açık içerik olarak  değerlendirir. Yapıtın vermiş olduğu ip uçlarından  yararlanarak ruhbilimsel çözümlemeyle yazar ve yapıt hakkında yorumlara gider.

İç eleştiri yapıtın içinde kalarak, onu kendi verilerinin dışında değil, kendi öğeleri arasında , kendine özgü, ayırıcı nitelelikleriye açıklamak biçiminde tanımlanabilir. Özne kendi bireysel özelliklerinden sıyrılarak nesnesini, yani yapıtı kendi öğeleriyle açıklayacağı varsayılan yöntemini öne çıkardığı ve bu yöntem çözümleme ve açıklamalarında yapıtın ve öğelerinin dışına çıkmadığı ölçüde, eleştiri içseldir. Tamamıyla bireysel ve özneldir.
İç eleştiriyi, iki kuramsal temele ayırmak mümkündür. a) Felsefenin uygulaması olmaya yönelen yaklaşımlar. b) Yazınbilim gibi gerçek bir yazın biliminin sınırlarını belirlemeye ya da örneğin göstergebilim gibi bilimsel bir kuramın yazın yapıtlarını çözümlemeye yönelik bir uygulaması olmayı açıklayan yaklaşımlar.
Yazın bilimine Roman Jakobson’un tanımını getirmek mümkün olabilir; “Yazın bilimin konusu yazın değil, yazınsallıktır, yani belirli bir yapıtı yazınsal yapıt yapan şeydir.”

Gösterge olmadan iletişim olmaz. Dolayısıyla göstergenin işlevi üstlenmiş olduğu görev, kodlar yoluyla iletişimi sağlayabilmektir. Bu bağlamda kültür önemli bir etkendir. Göstergeyi ya da göstergenin nesnesini bilmeyen biriyle iletişim sağlayamayız. Gönderge, dilsel göstergenin bizi gönderdiği dildışı, gerçek nesneolarak tanımlanabilir. Ama, bir anlam içermekle birlikte, gerçek göndergesi bulunmayan dilsel göstergelere de çok rastlanır. Kimi düşünürler yazının bizi gerçeğe göndermediğini, gönderilerin kendi sınırları içinde kaldığını savunurlar. Sausure’e göre, gösterilen için kavram ve gösteren için de kullanılan biçim ya da şekil denilebilir. Peirce’e göre ise, gösterge bilimi birincillik (betimleme) , ikincillik (ilişkilendirme) , üçüncüllük (yorumlama) olarak  sıralanabilir. Örneğin  Margritte’nin retoriğinde, kapsayan ve kapsanan, mantıksal bir bağ kurularak gösteriliyor. Burada sürrealist bağlamdaki rubilimsel çözümlemelerin, göstergeler vasıtasıyla ne kadar zengin anlamlar kazanabileceğini söylemek mümkündür.

Zaman ve uzam içinde türler bulundukları konumları değiştirebiliyorlar. Örneğin ortaçağın dinsel bir metni bugun yazınsal bir metin olarak algılanabiliyor.
İzlek; aşk, ölüm , kent, kadın, cinsellik, köylü vb. sonsuz tema olabilir. Yöntem olarak bir tema üzerine gidilir ve açıklamalar o bağlamda yapılır. Dizgeli okumalar ise çözümlemeye gider ki bu da bizi yapısalcılığa götürür.

Sonuç

Yapıt’ın etrafında oluşturulmuş okuma, yorumlama, açınlama pratikleri vardır ve her dönemin pratiği kendi içinde farklılıklar gösterir.
19. yüzyıl başında Mme de Stael ile görecililik kavramı, çoğrafi iklim koşulları ve toplumsal bakış düşüncesi vardır. Aynı yüzyılın ilerleyen zamanında ise Sainte Beuve ve Taine ile yöntemci, dizgeli, sistematik bir okuma/yazın  pratiği gelişir. 20. yüzyıla geldiğimizde Lanson ve Baktin ile yeni bir sayfa açılır ve kuramsal açıdan üniversite eleştirisi, Psikolojik, Sosyolojik, Marksist, tarihsel  okuma/eleştiri pratiklerinin çerçeveleri daha belirgin bir hal alır. 20. yüzyılın ikinci yarısındaa insan bilimleri gelişir ve çözümlemeli edebiyat eleştirisine, görsel incelemelere başlanır. 1960’ lar ile yöntemsel yenilenmeler gerçekleşir ve  “Yapısalcılık” ile postmodernizme doğru zaman ve uzamda yeni açılımlar başlar.
 
KAYNAKÇA
Yücel, Tahsin; Eleştiri Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007
Moran, Berna; Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, 21. Baskı, 2011
Işık Üniversitesi, Sanat Kuramı ve Eleştiri yüksek lisans programı, Eleştiri Kuramları ders notları
 


9 Nisan 2011 Cumartesi

Francis Bacon



     “19. Yüzyılda Avrupa’da sanat ortamını biçimlendiren “kültürel belirtilerin” yansımalarındaki etmenler ile Fancis Bacon”


     Wölfflin’in çizgisel ile gölgesel, düzlem ve derinlik, açık ve kapalı form, çokluk ve birlik, belirlilik ve belirsizlik gibi salt forma ilişkin nesnel ölçütler doğrultusunda sanat yapıtının incelenmesinde biçime ilişkin yasaları kurmayı amaçlamış olsa da 1; sanattan bahsederken kuşkusuz, Panofsky’nin değerlendirdiği doğrultuda değerlendirmeli, içinde yer edindiği toplumun ekonomik, kültürel, psikolojik, söylevsel, bilimsel ve teknolojik tüm değişkenleri göz önünde bulundurmalı. 20.yüzyıl Avrupa resminde, insan figürüne yüklenen anlamları değerlendirebilmek için bir önceki yüzyılın bilinci masaya yatırılmalı,  19.yüzyılın yaşadığı görkemli değişim ve gelişimler gözden geçirilmelidir. Özellikle, 1789 Fransız devriminden sonra, düşünsel alandan ekonomiye her sahadaki başkaldırılar ve gelenekselliğe karşı özgürleşme, bağımsızlaşma tutkuları ile biçimsel parçalanmalar yaşayan bu süreç, 20.yüzyıl yarılarına kadar sanatta etkisini hissettirmiştir.     19. yüzyıl psikolojisini belirleyen önemli gelişmelerden biri 18. yüzyıl İngiltere’sinde yaşanan Sanayi Devrimi idi. Bu devrim, 19. yüzyıl Avrupa’sının tüm alanlarında etkisini hissettiriyordu. Bu büyük değişim, insanlık tarihinin, Neolitik devriminden süregelen en önemli tarihsel olgularından biriydi. Üretim araçları büyük değişimleriyle, insan faktörünün gücünü bir hayli önemsizleştiriyor; üretim ilişkileri, makinenin gücüyle tanışıyordu. Bir yandan üretim ilişkileri biçim değiştirirken diğer yandan da bilimsel tartışmalar, çığ gibi büyüyecek olan yeni gelişimleri müjdeliyordu.   Önü kesilemeyen bu gelişimin, Avrupa’daki toplumsal yapıyı nasıl etkilediğini incelerken, yüzyıllardır değişmeyen köylü, kentli, soylu ve ruhban sınıflarından oluşan yapının parçalandığı; işçi sınıfı ve orta sınıfın da katılmasıyla yeni bir yapının oluşmaya başladığını görürüz. Artık, sanayinin kurulduğu kentlere göç başlamıştır. Çoğunluğu sanayiciler, tüccarlar ve serbest meslek sahiplerinden oluşan burjuva sınıfı, savunduğu Liberalizm ile girişimciliği desteklerken; eski feodal yapıların, yönetime ve ekonomiye müdahalelerine karşı radikal bir duruşu benimsemiştir. Fakat, hızla sanayileşen kentlerde sosyal problemler de baş gösteriyordu. Sınıflar arasındaki ekonomik ve kültürel uçuruma neden olan sosyal eşitsizlik sonucu; toplumdaki adaletsizliklere ve artık yeni kimlikleriyle sınıflaşan işçilerinin  sömürülmesine tepki olarak yeni bir düşünce akımı doğdu: sosyalizm.  
     Sanayi Devrimiyle başlayan hızlı gelişim sanatı da büyük oranda etkilemiştir. Toplumsal bunalımların aksine, sanatta birey daha bir önem kazanmış ve sanat iyimser bir bakış açısı yakalamıştır. Sennett’e göre, 20. yüzyılın mahrem toplumu, 19. yüzyılda yapılanan sanayi kapitalizminin ve yaşanan “Tanrı ölümü”nün – sekülerleşme- yol açtığı sarsıntılar üzerine kurulu iki temel ilke etrafında örgütlenmektedir: Benliğin sonsuz tatmin arayışı olarak tanımlanabilecek “narsisizm” ve yıkıcı/dışlayıcı/reddedici cemaat anlayışlarının yüceltilmesi zuhur etmiştir. Herbert Read, Sanayi Devriminin sanata etkisini şöyle açıklar: ‘’ Sanayi devriminin etkisiyle sanatçı temel ekonomik üretim sürecinden uzaklaşmıştır. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin ortaya çıkmasıyla başlar. 15. yüzyıldan itibaren sanatçılara maddi ve manevi destek sağlayan zenginler, zamanla kendilerini daha önemsemişlerdir. Sanatçının yaptığı bir resimde, koruyucu, bir
zamanlar kuytu bir köşede iken, boyutlar sonraları değişmiş, Holbein’ın ‘Meryem, İsa, Vali Meyer ve Ailesi’ adlı resmindeki gibi bütün figürler aynı boyda yer almaya başlamıştır. ‘Tanrı kadar iyi insan’ kavramı, üç yüzyıl kadar sürecek olan portre ve tarihi resim okullarının gelişmesine neden olmuştur. Ortaçağ’da toplum yapısının sadece bir sınıfa bağımlı hale gelmişti. Metal işçiliği yapması, mobilya ve duvar halılarını üretmesiyle, bir anlamda endüstriyel bir kişiliğe bürünmeye başlayan sanatçı, sanayi devriminin tamamlanmasıyla, bu tür etkinliklerden uzaklaşıp koruyucusunun sırtından geçinen bir asalak haline dönüştü.

Genel olarak 18. ve 19.yüzyıl burjuva sanatında olduğu gibi, koruyucusunun görüşünü benimseyerek, varolan toplumsal durumu destekleyip, müşterilerinin zevklerini doyuracak resimler yapan sanatçılar, uzun süre toplumun organik bütününden esinlenmeden yarattıkları bu amaçsız ve sofistike yapıtlarla sanatın sürekli bir gerileme sürecine girmesine neden olmuşlardır. Sanatçının öncü niteliğini kaybetmeye başlaması ile toplum ve sanatçı arasındaki ilişki de bozulmaya başlamıştır.’’ 3
      19.yüzyıl aynı zamanda siyasal açıdan da parçalanmaların yaşandığı bir yüzyıldır. Ulus bilincinin gelişmeye başlamasıyla bağımsızlık savaşları başlamış, imparatorluklar yıkılmıştır. Napolyon’un tarih sahnesine çıkışından Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede, Avrupa fiziksel ve siyasi değişimler yaşadı. Bu değişimler sadece Avrupa ülkelerini etkilememiş, ayrıca bu ülkelerin sömürgeleri de bu etkiden paylarını almışlardır. Bu dönemdeki en güçlü ülkeler; Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya’nın başlıca amacı toprak kazanımı ve sömürge sayılarını arttırmak olmuştur.

    19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren, batıda yapısal değişime katkıda bulunan en önemli gelişmelerden biri de bilimde olmuştur. 1867’de elektrikli, 1896’da içten yanmalı motorların icat edilmesiyle; doğal gücün yerine geçen bu yeni enerji, tüm dünyada süreklileşen değişime başka bir alandan katkıda bulunmuş oldu. Okyanus aşırı deniz yolculuklarının yapılmaya başlaması, 1901’de Marconi’nin radyo mesajlarını Atlantik ötesine gönderebilmesi, 1905’de ilk kez Santos-Dumont tarafından yolcu taşıyan uçak yolculuğunun yapılması, fotoğraf ve sinema makinelerinin ortaya çıkması, gene 19.yüzyıl ikinci yarısındaki önemli gelişmelerdir. 
     Geniş kitlelere yayın ulaştırabilecek denli, işlevsel basımevlerinin kurulması; dünyada olup bitenlerin kısa sürede herkes tarafından öğrenilmesini sağlarken, ülkeleri de kültürel açıdan birbirlerine yaklaştırmada önemli rol oynamıştı. Pasteur  her ne kadar günlük yaşamda etkileri doğrudan hissedilmese de düşünce biçimine getirdiği yenilikler açısından, Charles Darwin’in 1859’da yayınladığı Doğal Ayıklanma ile Türlerin Oluşumu adlı kitabı önemli bir rol oynamıştır. Darwin,  dönüşüm fikrine büyük bir açıklık getirmiş ve teorisiyle daha önce kabul görmüş yaratılışa ait tüm inançlara radikal bir düşünce savaşı açarak doğada önceki tasavvurlardan çok farklı, mekanik ve tedrici bir değişimin varlığını savunmuştur.  
     Bilim ve teknik alanında bunlar yaşanırken, daha soyut düşünce alanlarında,  felsefe ve psikolojide yirminci yüzyılı yüksek bir oranda etkileyecek yenilikler yaşanmıştır. Felsefe açısından 19.yüzyıl, aklın ve duygunun birbirlerine üstünlük kurduğu, madde ve düşüncenin birbirlerine karşı cephe açtığı; Alman idealizmi ile Fransız materyalizminin sentezleriyle bir sonraki yüzyılı belirleyen düşünce akımlarının üretildiği bir yüzyıldı. Bu yüzyıl felsefesine yön veren en önemli iki etken, Fransız Devrimi ve Alman İdealist düşünce akımıdır. Fransız
Devriminin en önemli düşünürlerinden olan J.J.Rousseau’nun, Rönesans kültüründeki ilerlemeye ve toplumsal gelişmeye karşı olan amansız savaşı, doğayı topluma tercih etmesi, 19. yüzyıl sanat bilincinde sürekli yinelenir. Bu görüş bir çok ülkedeki düşünsel yapıyı etkilemiştir.
                19.yüzyıl da Alman İdealizminin, Avrupa sanat ve düşünce hayatındaki, gerek üretkenlik, gerek de etki bakımından önemi ve öncülüğü göz ardı edilemez. Bu düşünce yapısına radikal bir tepki olarak ortaya çıkan en önemli isim F. W. Nietzsche’dir. Nietzsche 19.yüzyılda yaşamasına rağmen 20.yüzyılı en çok etkileyen düşünürlerdendir. Hıristiyan ahlakına amansız bir savaş açmış, “Tanrı’nın ölümü”nü ilan etmiştir. 19.yüzyıl Avrupa insanının ve çağının tüm değerlerinin artık çöküntüye uğradığını göstermiştir. Tanrı’nın ölümüyle meydana gelen bu ruhsal çöküntüye reçete olarak, tüm değerlerin yeniden sorgulanması anlayışını getirmiştir. Kendi kavramıyla, ‘decadence’ olarak tanımladığı bu çürümüş insana son çare olarak ‘etken nihilizm’i önermiştir. ‘decadence’ insan, O’na göre, kendi küllerinden doğan ve asil bir ruha sahip olan ‘üstün insan’ın atası olmalıydı. Nietzsche’nin sanat üzerine söyledikleri devrimsel nitelikteydi. Sokrates öncesi antik yunan sanatını övüyordu. Bu sanat Dionysos özellikleri taşıyordu; içgüdülerin bastırılmadan dışa vurulduğu, akıldan ve biçimden oldukça uzak bir esrikliğe sahip, yaşamı, yeryüzünü ve insan bedenini olumlayan bir sanat anlayışı... Bir de bunun karşısına Apollon özellikleri taşıyan sanatı çıkartıyordu. Dionysos sanatını yerle bir eden bir anlayışa sahipti bu sanat. Apolloncu sanat, Sokrates ile birlikte başlayan ve Hıristiyanlıkla zirveye ulaşan; aklın içgüdüleri kontrol etmesi ve biçimselleştirmesiyle zuhur eden bir tür çileci yaşama neden olan; yaşamı, bedeni ve yeryüzünü olumsuzlayan bir anlayışa sahiptir. Nietzsche bu düşünceleriyle 20.yüzyıl felsefesini ve sanatını büyük ölçüde etkilemiştir.
1. Erwin Panofsky, İkonografi ve İkonoloji, Renasissance Sanatı’ nın Incelenmesine Giriş, 10-11 Çeviren; Engin Akyürek, Afa Yayınları  
2.  Devrim SEZER, ‘’Mahremiyetin Despotlukları: Kamusal İnsanın Çöküşü Üzerine Bir Deneme”, http://www.korotonomedya.net
3.  Herbert READ, Philosophy of Modern Art, 26-27. Kessinger Publishing 
5. Ersan Çağatay, Mimar Sinan Üniversitesi,  Yüksek Lisans Tezi, 2007




* Şimdilik bu kadar:) zaman oldukça devamı da gelecektir:p

































































25 Şubat 2011 Cuma

20. Yüzyıl Karşılaştırmalı Batı Sanatı notlarından...

 BG.


Barocco’dan geliyor  - Barok = deforme olmuş
1517 Martin Luther ‘in başlattığı hareket sonucu kiliseye karşı olan tutum güneye kadar iniyor. Katolik inancın zayıflaması ile “Trend Konsili”  oluşturuluyor ve Kilise’yi eski haline nasıl kavuşturabiliriz sorusu üzerine tartışmalar yapılıyor. İnsanlar sevgiyle kiliseye nasıl çekilebilir? 17.yy da yapılan kiliselerde ışık önem kazanıyor. Kilise’nin içi ışıl ışıl oluyor. İçi de resim ve heykellerle süsleniyor.
Amaç:  İnsanların duygusallığına dokunabilmek. Dolayısıyla kişinin duygusallığına hitap etmek, önem kazanıyor.   
Caravaggio,  yaşantısında  hırıstiyan ideolojisini benimsemişken  bir yandan da aykırı davranışlar sergiliyor. Mizaç olarak asabi. Mesenleri tabii ki kilise ama kilisenin dışında başkalarına da resim yapıyor. Kilise’nin isteklerini yerine getirmediği için birçok eseri halen Malta’daki Şövalyeler’e satılıyor. Çok inişli çıkışlı bir hayatı var.
17.yy başlarında Roma da bu tarz resimler yapmaya başlıyor. Barok ideolojisinde en büyük özellik ışık-gölge karşıtlığı. Işık/ Nur/  Aydınlık. Karanlık ışığı ortaya çıkarmak için kullanılıyor.
Anlatım Caravaggio ile yoğun bir şekilde başlıyor. Özellikle Velazquez’ i çok etkiliyor.


İçinde bulunduğu durumu yansıtıyor. 
 
1.  Tenebrizim: ilk kez barok dönem sanatçısı caravaggio'nun kullandığı resim tekniğidir. caravaggioizm  ya da caravaggioculuk olarak da bilinen, koyu fon üzerine resmedilen nesnelerin güçlü tek bir ışıkla aydınlatılmasına dayanan bu teknik 17yy başlarında yeni bir akım yaratmıştır. gölge ve ışık için caravaggio'dan örnek;http://www.artrenewal.org/asp/database/image.asp?id=3746 http://www.artrenewal.org/asp/database/image.asp?id=3757
2.  Tenebrizm, dramatik etkiyi sağlar. çok zıt kullanılan ışık - gölge karşıtlığıdır.

       (°bkz: barok resim sanatı)nın en tipik karakteristiğidir tenebrizm.






 (°bkz: caravaggio)zaten barok dönemin en önemli ressamlarından)
 
Caravaggio’nun bir özelliği insanların zaaflarını ortaya koymasıdır.
Barok’la birlikte Natürmort ile bağımsız olarak karşılaşıyoruz. Özellikle Flandra’da!!


* Weber  Protestan Ahlakı ve Kapitalizm’in Ruhu


Emmanüs’te Yemek



Halı Küdüs’e gönderme - Kollarını açmış olması ise Hristiyanlık'a gönderme
Barok resimde Perde’nin anlamı: Burada bir olay var ama Perde’nin öbür tarafında hayat devam ediyor.
Meryem’in ölümü
Katolik inancı bu şekilde ifade ettiği için aykırı sayılıyor.
Rönesans   - Çizgilsellik
Barok        - Gölgesellik
Rönesans kompozisyonu kapalı; Barok kompzisyonu ise açık (Eco’nun “Açık Yapıtı’na göre!)



David With Head Of Goliath


Gerçek modellerle çalışıyor, gündelik yaşam onun için önemli (Carravaggio)
Carravaggio’dan etkilenen başka bir sanatçı :
Rembrandt - Işık ve gölge kullanımdan etkileniyor. Kendi stilini çok iyi geliştirmiş. Özellikle “doku” yu çok iyi veriyor.
Fransa’da Barok İtalya’da olduğu gibi değil de biraz daha bağlı kaldığı görülüyor. Klasik sanatçı ilkeleri - Paussin
*Flora: Bahar tanrıçası
*Barok’a diagonal yerleştirme görülür. Rönesans‘da ise daha horizontal
*Poussin klasiği ihmal etmezken Georg Dela Tour daha çok Caravaggio’yu örnek alıyor. 17.yy da yaşamdan kesitler görüyoruz.
18.yy Aydınlanma!
İnsan’ın önemli olması
İnsan aklının öne çıkması
Kant: İnsanın kendi suçuyla düştüğü ergin durumdan kurtulması.
* Bireysellik, bağımsızlık sekülerleşmesi durumu söz konusu.
Rococo - geç Barok
Bu ortamı hazırlayan “Kadın”. Kadınlar çeşitli alanlardan sanatçıları destekliyor. 18.yy sanatın merkezi İtalya’dan Fransa’ya kayıyor. Versaile sarayı  14. Lui ‘nin biraz dindar olmasından dolayı eğlenceye sınır getiriyor ve “Hotel” dediğimiz bir yaşam tarzı başlıyor. Paris’e gidiliyor. Barok’da olan tarza çok benzer bir tarz geliştiriliyor. İç mekanlar kullanılarak Rococo çıkıyor. İnce, nazik mekanlar, aynalar, vazolar, heykeller iç içe geçiyor. 18.yy aristokrasisinin daha güzel yaşaması, eğlenebilmesi; 18.yy aristokrasi yaşantısı! Toplumsal duyarlılık yok!
Kythera Adası - Venüs’le ilgili eğlenceler yapılıyor.



1713-1730 Lale devri - 28 Çelebi Mehmet Fransa’ya Marsilya’ya gidiyor - Fransa : Politika, sanat merkezi haline gemiş
Turqueri -Türk gibi -Türk modası
Sayit Efendi Matbaa ile ilgili bilgi topluyor ve İbrahim Müteferika ile birlikte matbaayı getiriyorlar. Batılılaşma ilk defa Fransa’dan getirilen Barok şablonları ile Topkapı sarayında çizimler başlıyor.
Rococo’ya tepki olarak Neoklasizim çıkıyor: Sadelik, yüceliki güzellik, kişide soylu duyguları uyandıran resimler.
Kahramanlık/ Doğa
Önemli kişi: Davidð saray ressamı, her devrin adamı, Napoleon, 16.Lui, Fransız ihtilali ve Mara’nın yakın arkadaşı 

Horatilerin Yemini (1784)

David’in öğrencilerinden Ingres. 1750-1810’lara kadar devam ediyor. En çok doğu yaşantısı ile ilgileniyor.
Oryantalizm çıkar (sadece bir konu olarak) Batı’nın doğu’ya olan bakış açısı yansıtılıyor.
Neoklasik’e tepki olarak Romantizm (akla tepki) çıkar.
1750 Sanayi Devrimi
  1. Tarım Devrimi
  2. Sanayi Devrimi
Geçmişe bir özlem başlar.  Toplumsal sınıf farklılıkları ortaya çıkar. Bir nevi Barok tarzı
Duyguların ifade edilmesi
Gericault Medusa’nın Salı

Romantizm’e tepki olarak Realizm gelir.
Taş Kırıcıları
İzlenimcilik ‘ten önce önemli bir sanatçı var : Manet. Geleneksel anlayışa göre hem içerik olarak hem formel olarak aykırı sayılır. İzlenimcilerin yolunu açar.


Kırda öğle yemeği


*Sol alt taraftaki ekmek zamanın lüks ekmeğidir ve burjuvaya gönderme yapar
Fransa’da o tarihte devlet sergileri (Salon) - sanatçıların tek isteği orada yapıtlarının sergilinmesi. Daha geleneksel resimler kabul görür.
19.yy’da Cabanel’in öğrencisi Süleyman Seyyid. Batılı anlamda resim 19.yy'da karşımıza çıkıyor. Osman Hamdi, Süleyman Seyyid ve Şeker Paşa (Şeker Paşa ismi; şeker gibi adam olmasından gelir. Şekeri çok sevmesinden değil!!)
Cabanel’in Venüs‘ün Doğuşu


40.000 altına Napoleon tarafından satın alınıyorJ
Salon sergileri; Fransız beğenisini, sanatla uğraşan kesimin beğenisine hitap edecek resimler sunuyor (Gayet geleneksel ve her türlü yeniliğe kapalı)
Gerome da Osman Hamdi’nin hocasıdır.
Burjuva toplumunun etiği çok tutucudur. Aleni olmaması gerekir. Müstehçenlik hiçbir şekilde hoş karşılanmıyor:)) Manet’nin babası o zamanda bakanlıkta çalışır. Kardeşi avukattır.
O dönemde resimler verniklenir.
Manet’nin ilgilendiği açık hava ışığıdır. Açık hava ressamı olmak da bir yeniliktir. (tüp boya kullanır)
Barbizon Okulu: Doğa ile iç içe olmak isteyen ressamlar bu okula gider. Açık hava/ doğal ışık (1863’ler)
Manet’nin hocası Thomas
Courbet’nin Taşkırıcıları’nı gördükten sonra hocası ile yollarını ayırır. Etkilenmiştir. Işık çok önemlidir. 1866’dan itibaren Monet ve Sisley ile beraber olmaya çalışır. Kırda Öğle yemeği bohemliği gösterir.
A Bar at the Folies Bergére 1881



Paris’in kabare mekanları Folie (Yapraklar arasında) Berger (Sokağın adı)
Taşradan gelmiş ve bu tarz işlerde çalıştıkları biliniyor. Amaç evlenip sınıf atlamak.
Hippolyte Adolphe Taine’in estetik üzerine olan düşüncesinde iyi niyetle gelseler de kötü yola düşme olasılıkları oldukça yüksek demektedir.
Ayna, bir çok sanatçı tarafından kullanılır. (Belli belirsiz figürler, yavaş yavaş izlenimciliğe atıflar, sarı eldivenler Amerikalı dans sanatçısı, gözlük eleştirmen)
Dandi: Erkek  / Koket: kadın (Yüzeysel yaşamı benimsemişler)                                                
Kadının adı: Suzan (Modernizm’den gelen yabancılaşma, yalnız kalan bir figür)
Göz yanılsamasına bir gönderme var. Yasaklanan cazip gelire gönderme.
İzlenimcilik deyince Monet ile birlikte Degas da var. Renouir, Sisley, Matis dönem dönem hepsi aynı ortamda. Degas figürden vazgeçemiyor.
Ballet Rehearsal on the Stage, 1874

Hareket halindeki balerinler de ışık farklı. Balerinler aydınlık.Bu resimde form anlayışını yıkıyor ve Monet büyük tepki görüyor. Geleneksel yapıya  tam ters düşen bir modernizm başlıyor.
        Bale 19.yy’da çok ilgi çekmeye başlıyor. Öncesinde sadece sarayda  
        icra ediliyor.  
        Sonrasında;
§  İnsanları bir masal dünyasına götürüyor
§  Etekler çok kısa! Ön sıralar hep erkekler tarafından dolduruluyor. Bale çok cazip hale geliyor.
Claude Monet
İzlenim, gün doğumu. Empresyon kavramı 18.yy’da David Hume tarafından kullanılıyor. Hume der ki Empresyon deyince ben, görürken, işitirken ve bir şeye dokunurken, bir şeyi severken, birinden nefret ederken, bir şeyi arzular ve isterken sahip olduğumuz canlı algıları anlıyorum. Her türlü nesne, ya bir empresyon (izlenim), ya da bir fikre döner; doğal olarak bunlar, her ne kadar izlenimlere uygun düşerse de, güç ve canlılık bakımından ayrılırlar. Fikirler, basit olsun, karışık olsun insan zihninin içinde bulunan şeyler olup, hepsi de aslında izlenimlere dayanırlar. İzlenimler, duyular, arzu istekler, etki edecek şekilde duygular, canlılık yavaş yavaş kaybolur, geriye sadece izlenim kalır. David Hume bilgi bağlamında ele alır sonrasında ise Mach felsefi geliyor.
Ernst Mach
Pozitivizm izlenim yerine duyumlardan oluşan bir nesne kompleksidir. Maddi olan her şey gerçek, duyum özneye(ben) Ben’ler farklı olduğu için algı kişiye göre farklılaşıyor. Varlığın oluş felsefesi sürekli değişim içinde. Değişim hem özneye hem de dış koşullara bağlıdır. Bir anlık görüntü söz konusudur. İzlenimcinin yaptığı resimde ışık ve renk çok önem kazanıyor. Poşat denilen küçücük tualler de *optik araştırmalar ve renk kavramları üzerine belirli zaman aralıklarında aynı resmin denemesini yapıyorlar.
*Hermann von Helmholtz


İzlenimci tekniğinde renkler tualin üstünde karıştırılır.
Claude Monet - Rouen Cathedral 1894 


Ekspresyonizm (Dışavurumculuk)

Ernst Cassirer, bir sergi geziyor ve görmüş olduğu çalışmalar için bunlar çok dışavurumcu çalışmalar olmuş diyor. Ekspresyonizm kavramı 1905 yılında oluşuyor. 1910 yılında Wilhelm Worringer psikolojik estetik kuramcısı da aynı terimi kullanıyor. Daha sonrasında izlenimcilere tepki gösteren herkes ekspresyonizm i deniyor.

Ekspresyonist Gruplar
Ekspresyonist akım iki merkezde oluştu. Dresden'de "Die Brücke" [Köprü] akımı 1905'te ortaya çıktı. Bu akımın temsilcileri arasında bulunan Heckel, Kirchner, Schmidt-Rottluff, Pechstein, Nolde ve Müller gibi sanatçılar zengin kontrastlı renk yüzeylerinin karşıtlığını vurguluyorlardı. Die Brücke ise Kirchner tarafından kuruluyor , amaç ise kendisi gibi düşünenleri bir araya getirerek sezgicilik ve özellikle otoriteye karşı olma, düzeni değiştirme düşüncesi ile bir araya geliyorlar, ve içsel gerçeklik duygulara ve resme köprü olsun düşüncesi ile ismi Der Brücke (Köprü) oluyor. Köprü anlayışı aslında Nietzsche üst insan (Brücke), yığını oluşturan boş insanlar arasındaki köprüyü oluşturuyor. Dolayısı ile Brücke ne üst insan ne yığın – düşünen, sorgulayan toplumu geleceğe taşıyan insan anlamındadır. Yığın ise bunun tam tersi oluyor.
İkinci ekspresyonist grup ise 1911 yılında Münih'te "Der Blaue Reiter" [Mavi Atlı] adı altında bir araya geldiler. Grubun temsilcileri arasında Kandinsky, Marc, Münter, Klee, Kubin, Macke, Jawlensky ve Feininger bulunuyordu. Bu sanatçılar daha çok tinsel ifadeyle ilgileniyorlar ve aynı zamanda da sinestezi ilkesini izliyorlardı. Mavi atlı aslında Hristiyanlıktan geliyor. Aziz George bir kasabada ejderhayı yeniyor ve halka refah geliyor. Aziz George dini temsil ediyor, yenilen ejder ise hristiyanlığın dışındaki pagan dinlerin alt edilmesi ile alakalıdır. Ve Kandinsky’de bu meseleden çok etkilendiği için grubun adını "Der Blaue Reiter" koyuyor. Otoriteye karşılar. 
Otorite=Okul, aile, ordu ve her türlü klişe olan dayatmalar. Her türlü kısıtlamayı red ediyorlar. Yaşantıları da mesela bir işçi mahallesinde; bir han. İçki, sigara, pipo, kadınlar, avangard, bohem bir hayat. Hepsi alaylıdır. Hepsi mimarlık öğrencisi. Resmin anlamı sorgulanıyor. Anlık yaşantıdan resimler yapıyorlar. Yalınlaştırılmış çizgiler, fazla bir tonlama söz konusu değildir. Sanatın saflaşması gerek. Detaylarda sanat kaybolur, içinde ne varsa dışa vurmalı. Modernizmin etkisi doğadan kopma durumuna da karşıdırlar. Doğaya özlem duyulur. 1905'de bir araya gelirler ve 1906'da Kirchner bir Manifesto yayınlar.
Manifesto'da
"İlerlemeye duyduğumuz inançlı yeni yaratıcılara, izleyicilere ve gençlere çağrıda bulunuyoruz. Bugünün gençleri olarak, eskinin düzenine karşı kendi yaşamımızın, kendi eylemlerimizin özgürlüğünü yaratmak istiyoruz. Kısıtlamalardan doğrudan ve tüm içtenliği ile yaratmaya soyunan herkesi, bizden sayıyoruz" der. 

Dünya düzeni / Kaos / Anarşi 1900'lerin başları ile start alır:)))

Der Blaue Reiter'i beğenenler arasında Munch, Ensor, Kokoschka(Hitler'in kıskandığı ressamdır) vardır.

Teozofi'den etkileniyorlar.
Teozofi:
Teozofi terimi, sözlük anlamıyla ele alınırsa iki Yunanca kelimeden oluşmaktadır; theos, yani “tanrı” ve sophos, yani “bilge”. Buraya kadarı doğru olmakla birlikte devamındaki açıklamalar teozofi hakkında net bir fikir vermekten uzaktır. Webster sözlüğü teozofiyle ilgili en orijinal tanımlamayı şöyle getiriyor: “Tanrı ve yüksek seviyeli varlıkların bağlantı kurdukları farzedilerek ve fiziksel işlemler, bazı kadim Platoncuların teürjik operasyonları ya da Alman ateş felsefecilerinin kimyasal işlemleri sonucunda da insan üstü bir bilgiye erişmesi.”

Vaughan sözlüğü ise çok daha iyi, daha felsefi bir tanımlama getirmektedir. “Bir teozof” demektedir, “size, bir vahiy olarak değil ama kendine ait bir ilhamı barındıran ve bunun temelini oluşturduğu Tanrı’ya ait bir teori ya da Tanrı’nın eylemlerini sunan kişidir.”






Bu görüşe göre her büyük düşünür ve filozof, özellikle yeni bir dinin, felsefe okulunun veya mezhebin kurucusu mutlaka bir teozoftur. Dolayısıyla teozofi ve teozoflar, insanların içgüdüsel olarak kendi bağımsız düşüncelerini ifade etmelerine neden olan henüz olgunlaşmamış düşüncelerinin ilk parlayışlarından beri vardırlar.
Kirchner: primitiv baskılar yapar. İntihar ederek hayatına son verir. Gerçek figürler kullanır. Kendi gerçekliği asıl önemli olandır.




Berlin Sokakları: Toplumun belirli bir kesmine karşı bir eleştiri


 Berlin—Nollendorfplatz (1912)
Ortak yaşantıları olan insanlar ona cazip gelir ve çoğu zaman da resmeder 




*Hüseyin Avni  - Bohem yaşantının simgesi olarak sigara, pipo

Heckel
Beyaz evler, hep manzaralar, sokaklar, değirmen, renkleri son derece canlı






Macke: Kilise, evler, saf renkler, yalınlaştırılmış çizgiler









Kübizm

20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Kübizm terimi I. Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda Paris'te gelişen bir resim akımını belirtir. O dönemde Avrupa'da biçimlenmekte olan modern sanatın ışığın geçici etkilerini resmetmek olan izlenimcilerden hoşnut olmayan bir genç ressamlar kuşağı yetişiyordu; bunlar, Matisse'in çevresinde toplanmış olan fovların çok renkli resim sanatından da hoşlanmıyorlardı. Empresyonizm'e egemen olan görme duygusu yerine, Kübist' ler aklın başatlığına dayanan aklın gücünü ortaya koymak istiyorlardı.Tablolarını sağlam temellere oturtmak istiyor ve bu konuda ressam Paul Cezanne'ın izinden gidiyorlardı. Nitekim bu ressamlar, Cezanne'dan, onun son Provence manzaralarından ve natürmortlarından esinlenecekler, bundan da kübizm doğacaktı. Manifestosu yazan Apollinaire, bir taklit sanat değil tasarım sanatı olduğunu söyler.

-şok etkisi
-müthiş bir parçalanma
-resmin yüzey haline gelmesi

Yıkanan Kadınlar -Cezanne
yıkanma meselesi sürekli hareketi ifade ettiği için o zamanlarda iyi bir tema-bir nevi moda
Avignonlu Kadınlar ile Kübizm başlar. 1944 yılına kadar mekan vardı. Bu tabloda yok.
Parçalanma; Gözler, burun, dudaklar. resim önde.
Primitif sanat Picasso için en az Goguin için olduğu kadar önemli.
- Masklar Paris'lileri etkiliyor
- "Hiçbir zaman söylenen ilkelerle hareket etmedim, içimden nasıl geliyorsa öyle resim yaptım." Picasso

- Kurukafalı kompozisyon ile uzamsal ve zamansal kural bozma
- Kübizm için, olanı tuvale her bakış açısıyla taşımak söz konusu.

-1888 yılında elektro manyetik dalgalar
-1895 yılında W. Röntgen 'in bulduğu X-Ray
Böylece gördüğümüz gördüğümüz gibi değildir. Mekanın niceliksel durumu söz konusu değil. Nesneyi de bütün olarak algılamak mümkün değil. Eğri uzam anlayışı titreşimlerle dolu evrende, eğrilerden oluşmamaktadır. Eğriler söz konusu olduğunda form bozulur ve Öklid sayesinde (bir sürü eğriler çizilmiş) bu da bir kare olabilir. Dolayısyla bilinen geometrik formlar çok farklı olarak karşımıza çıkar. Parçalanma bundan dolayıdır.

Zaman- Bu evrende 3 boyut var. En-boy- derinlik ve zaman
Bu nesneyi görebilmek için zamana da ihtiyaç vardır. 4.boyut göremediğimiz içindir. 4. boyut var ve içinde bulunduğumuz dünya bu boyutun yansımasıdır. 4. boyuttaki formların çok farklı olduğu düşünülüyor. ( Bir nevi bilim kurgu)
-Maddenin görüldüğü gibi olmadığı
-Zaman boyutunun resme girmesi
ve tüm bu birleşmeden bu tarz resimler meydana gelir.

-Akıl ve duygu bir olabilirse parçalanmışlık yok olur. Kübizm ile birlikte "Kolaj" mantığı ortaya çıkar. Dolayısyla 2. kuşak Kübizm anlayışı başlar.

*Asamblaj = 3 boyutlu kolaj



 Harlequin- Doğruyu yapmanıza engel olan kozmik bir varlık. Siz komik duruma düştükçe keyif alır. İnsanın zaaflarıyla dalga geçer.    











              
Cezanne' nın Harlequin yorumu
Kübizm'in diğer temsilcilerinden bazıları:



1. José Victoriano González-Pérez (23 Mart 1887, Madrid – 11 Mayıs 1927, Sur Seine), 







Bilinen adıyla Juan Gris, hayatının büyük bölümünü Fransa'da geçirmiş olan ünlü İspanyol ressam ve heykeltraştır. Eserleri, devrinde yeni ortaya çıkmaya başlayan Kübizm çizgisindedir.

Yüzyılımızın başlarında etkinliğini duyuran kübist akımın, Braque, Picasso ve Léger ile birlikte dört büyük kişiliğinden biridir Juan Gris. Onun bu akıma bütün yaşamı boyunca içtenlikle bağlı kaldığı, yalnız uygulamacı olarak değil, kendi çapında kuramcı olarak da kübizmin temellerini oluşturduğu göz önüne alınırsa, Gris ye özel bir yer ayıran kaynaklara hak vermek gerekecektir. Fransız eleştirmen Maurice Raynal in resmin cebiri deyimini kullanmakla, belki doğrudan doğruya Juan Gris nin sanatını anlatmak istediği bile düşünülebilir. Çünkü, doğanın Cézanne dan beri geometrik biçimlere dönüştürülmesi yöntemini, açık yüreklilikle ve tam bir içtenlikle savunan, uygulayan o olmuştur. Tipik bir kübist tir bu bakımdan Juan Gris. Eşyanın ve doğanın, bu anlayış çerçevesinde resme yansıyan görünümleri, en tanımlanır biçimini onun sanatında bulmuştur.
Gönderilen Resim

1887 de Madrid te, bir tüccar ailesinin on üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Asıl adı José Gonzalez di. Daha yedi yaşlarına doğru, defterinin sayfa kenarlarını süslemek için karaladığı desenlerle, resme olan ilgisini ve yeteneğini kanıtlamıştı. Ne var ki, her sanatçı gibi onun ailesi de, resim sanatına olan bu yakınlığından yana değildi. O da bir bakıma ailesine hoş görünmek için Madrid Sanat ve Zenaat Okulu nu seçti. Bir yandan bu okulda öğrenimini sürdürüyor, öte yandan Madrid Comico ve Bianco y Negro dergilerine satirik desenler, karikatürler çiziyordu. Ama okulun eğitim sistemiyle bağdaşmadığı için bir süre sonra okulu bırakarak, kendini bütünüyle resme verdi. İki yıla yakın bir zaman, akademik ressamlardan Moreno Carbonero nun atölyesinde çalıştı. 

Bu arada sanatçılarla yakın ilişkiler kurmaya başladı. On dokuz yaşında, kız- kardeşi Antonieta nı da yardımıyla Paris e gitti. Paris e vardığında cebinde yalnızca on altı frank kadar bir parası vardı. Ressamların yuvalandığı Montmantre a yerleşti ve Picasso ile arkadaşlarının toplandıkları ünlü Bateau - Lavoir da, zamanın tanınmış sanatçılarıyla yakın ilişkiler kurdu. Atölyenin güç yaşam koşulları içinde, salt resim satarak geçimini sürdürmek, hele Paris e yeni adım atmış genç ve toy bir sanatçı için oldukça zordu.

Gris, ilk yıllar L Assiette au Beurre , Charivari , Cri de Paris ve Témoin gibi karikatür dergilerine çizerek geçimini sağlamaya çalıştı. Ama daha çok, o sıralar Picasso ve çevresinde oluşan gelişmelerle ilgiliydi Juan Gris. 1910 da doğadan ilk büyük akvarel resimlerini yaptığında Picasso, ön- kübist denemelerini ve zenci sanatına öykünerek ortaya çıkardığı işleri yavaş yavaş geride bırakıyordu.

Kübist akım için asıl önemli olan yıllar başlamaktaydı. Kübizmin çözümlemeci ve bireşimci dönemini içeren bu yıllar, özellikle geniş bir aydın ve sanatçı kesiminin bu akımla yakından ilgilendiği yıllardır. Apollinaire, 1913 te Kübist Ressamlar adli kitabını yayımlıyor, André Salmon, Roger Allard, André Varnod, Jules Granié, Olivier Hourcade ve Gustave Khan gibi yazarlar bu yeni akımı savunmaya girişiyorlar; Kahnweiler ve Stein gibi koleksiyoncular kübist ressamlar çevresinde geniş bir halka oluşturuyorlardı giderek. 1913 yılının ocak ayında.. Delaunay Berlin de; sergi açıyordu. Braque, Duchamp, Gleizes, Léger, Marcoussis, Metzinger, Picabia, Brancusi ve Picasso, kübist grup sergileriyle New York ve Londra gibi önemli merkezlerde birbiri arkasına görünüyorlardı.

Juan Gris nin bu ortam içersinde ilk yağlı boya çalışmaları, 1911 yılına rastlıyor. Raynal in portresini konu alan resim bunlar dandır Özellikle kübist ressamlardan Duchamp kardeşlerin atölyesinde Gleizes, Léger, La Fresnaye, Le Fauconnier, André Mare, Marcoussis le ve Amerikalı eleştirmen Walter Paeh la bir araya geliyor, sanat sorunları üzerinde tartışıyor ve sürekli olarak kübist resmin olanakları üzerinde düşünüyordu. 1912 ilkbaharında Bağımsızlar Salonunda sergilediği Picasso ya Saygı adlı kübist portresiyle dikkatleri üzerine çekti. 

Şimdi Chicago Sanat Enstitüsü nde bulunan bu resmi, Vauxcelles ilk gördüğühde aptalca bir iş olarak tanımlamıştı. Oysa kübist akımın temel yapıtlarından biriydi bu. Aynı yılın sonbaharında Section d Or salonunda gösterdiği ve bir ayna parçasını tablo gereci olarak kullandığı Lavabo adlı tablosuyla adını biraz daha geniş bir çevreye yaymış oluyordu. Aynı yılın sonunda tablo alım - satımcısı Alman asıllı yazar Kahnweiler, bütün resimleri için Juan Gris yle bir sözleşme imzalayacak ve o tarihten sonra Hermann Rupf, Gertrude Stein, Alfred Fleichahem gibi koleksiyoncular, onun çalışmalarını izlemek zorunda kalacaklardı.

Resimlerinden başka bir şey, için yaşamıyordu artık Gris. Dostu Max Jacob a şöyle demişti bir gün: Sol elimle hiç bir zaman bir köpeği okşamıyorum çünkü o beni ısırdığı anda resim yapmak için her zaman sağ elimi kullanmak zorunda kalacağını. Juan Gris nin ilk resimleri, hemen bütünüyle renksizdir; düzenli geometrik ve yuvarlak biçimler egemendir bu resimlerde. Her objenin yukarıdan göründüğü çok sayıda natürmort ve birkaç da manzarayı, bu dönem resimleri arasında sayabiliriz. Eşzamanlı (simultan) biçimleri içeren çözümler, ilk dönem resimlerinde onu çokça düşündürmüştür. Renk, genellikle biçimin bir bölümünü kapatmıyor; kompozisyonlar, tablo içinde bir başka tablo yaratılmış izlenimini veriyordu.

Kahnweiler in Birinci Dünya Savaşı sırasında İsviçre ye sığınmasından sonra Juan Gris, çalışmalarına ilgi duyan Leonce Rosenberg in yardımından yararlandı. 1916 da arkadaşlarının bir bölümünü topladığı Touraine de, alarmlar, savaşın yarattığı çeşitli güçlükler, hava akmları, savunma atışları ve büyük Bertha bombardımanı onu çalışmalarından alıkoymadı.
Gönderilen Resim



Gönderilen Resim
Komşuları Pierre Reverdy nin yürekten dostluğu ve desteği, onlara güç veriyordu. Resmin kavramsal yönüyle Juan Gris in yoğun ilişkisi de aşağı yukarı bu tarihlerde başlar. Genel tipten hareket ederek özel bireysel oluşumlara ve yeni bir nitelemeye ulaşmak istediğini belirtiyordu.Kağıt yapıştırma (papiers colles) tekniğini uyguluyor, o zamana kadar alışılmadık bir hareket anlayışına yöneliyordu. Gene de Gris nin o tarihteki ve daha sonraki resimlerini nitelendiren temel etkinlik, bir tür statisme dir. Obje, gerçek görünüşlerinden iyiden iyiye uzaklaşır. Gerçekliklerin elemanlarını çıkardığı dünyanın görsel (visuel) değil, imgesel (imaginatif) olduğunu öne sürüyordu. Ona göre tablo, sonuç olarak renkli ve düz biçimlerin bileşimi nden başka bir şey değildi. Değirmenci , Serçeler , Soytarılar , Çiçekli ve Bira Şişeli Natürmort 1920 lere kadar yaptığı resimlerin birkaçıdır. Ayrıca da bu dönemin en ilginç çalışmalarıdır. Kahnweiler in deyimiyle, onun sanatı toplantı dır bir bakıma. Bütün çabası ilerde eskimeyecek ve çürütülmeyecek bir üslup aşama sına varmaktı. Ve şöyle diyordu: Benim  yaptığım belki büyük resmin kötüsüdür, fakat gene de büyük resimdir.








   Aslında Juan Gris nin. sanatı, Cézanne ın temelini attığı bir yolun son aşamasını simgelemekteydi. Ne      var ki, doğa ile resmin biçimleri arasındaki ilişkiler açısından, hareket ve yarış noktaları Gris nin kübizminde yer değiştirmiş olarak karşımıza çıkar. Sözgelişi Cézanne doğadan aldığı görüntüleri, kare, küp ve silindir gibi geometrik oluşumlara götürüyor ve doğanın bu yolla yorumuna- öncelik veriyordu. Oysa Gris kendisinin de belirttiği gibi - geometrik biçimlerden doğasal görüntüler üretmekteydi. Cézanne, şişeyi örneğin, bir silindire dönüştürüyordu, Gris ise, kişisel ve özel bir üslup yaratmak için silindirden hareket ederek şişe biçimine ulaştığını öne sürüyordu. Düşünülmüş bir gerçekliği büyük bir açıklıkla ve esprinin saf elemanlarını kullanarak anlatma yolunu seçiyordu Juan Gris.

2. Fernand Leger (1881-1955)


    Fransız ressam ve tasarımcı. Leger Kübist harekete öncülük eden ressamlardan biri olarak ün kazandı.  Tabloları, Pablo Picasso (1881-1973) ve Georges Braque (1882-1963) gibi Kübist ressamların eserlerinden daha az parçalara ayrılmıştır. Formların Kontrası başlıklı kurumsal çalışmalarından oluşan bir seriyi 1913 yılında tamamladı. Kıvrımlı şekillere olan saplantısı nedeniyle, düz yüzeyleri ve üç boyutlu formları çalıştığı bu seri ile kendisine ‘Tubist’ takma adı verildi. Leger I. Dünya Savaşı’nda görev aldı ve bu sırada birlikte çalıştığı insanlar, resme olan yaklaşımını etkiledi. Resimlerinin sıradan izleyiciler için anlaşılır olabilmesine çalıştı. Savaştan sonraki çalışmaları, içerik ve form bakımından daha mekanikleşti. Stili mekanik parçaların hassaslığı ve parlaklığını içeriyordu. 







Leger, Pürist hareket ile de ilgilendi. Bu akım, duygulardan ziyade biçimsel komposizyonları kullanmayı tercih eden “matematiksel lirizme” önem veriyordu. 1923-24 yılları arasında Amerikalı ressam ve fotoğrafçı May Ray (1890-1977) ile birlikte, Le Ballet Méchanique adlı kurumsal bir film üzerine çalıştı. İnsanlar için geliştirdiği, sanat üzerine olan düşünce çizgisi ile savaş yıllarında sinema ve tiyatro için duvar resimleri ve tasarımlar üretti. II. Dünya Savaşı süresince Amerika’da yaşadı ve Kaliforniya’da sanat eğitimi verdi. Bu süreçte çalışmalarının ana konusu bisikletçiler ve akrobatlar oldu. Çalışmalarındaki koyu siyah kontürler, koyu renkler ve dikdörtgenler ile silindirik formlar arasındaki kontrastlar hiç değişmedi.

3. Jean Metzinger
      
     Bir süre neoepresyonizmin ve fovizmin etkisinde kaldıktan sonra, bir yandan kübizme, bir yandan da Cézanne'ın anlayışına yaklaşan daha inşacı bir resim tarzına yöneldi. Tam bir çözümlemeye gitmeksizin, konuyu parçalara bölerek her şeyden önce iyi kotarılmış bir kompozisyon ortaya koymaya çalıştı (Mavi Kuş, 1913). Güçlü bir şematizme dayanan bir inşacı gerçekçilik döneminden sonra, kübistlerin şekilci ilkelerine göre stilize edilmiş bir resimle yetindi. Bir kuramcı olarak, Gleizes ile birlikte kaleme aldığı Du Cubisme (Kübizm Üstüne) adlı bir kitap yayımladı (1912).

 
1.Juan Gris



 2.Fernand Leger


3. Jean Metzinger




Kandinsky ve Soyut Sanat



1910 Yılında Kandinsky ile başlayan soyut sanat 20. Yüzyılın ilk yarısında görülen en önemli bireysel gösteridir.



SOYUT SANATIN DOĞUŞU

Bazı sanatçılar *Bergson’un sezgi sistemini şiddetle uygulamışlardır. Geleneksel perspektif tamamen terkedildi. 



*Bergson: Bergson anlayış gücünün gerçeği kavramadaki yetersizliğini kendi düşünce düzeni içinde başka bir , yetiyle gidermeye çalışmıştır. Onun "sezgi" adını verdiği bu yeti yapısı gereği kişinin içevreniyle ilgilidir. Sezgi (intuition-intuıtus) içten olanı, özde bulunanı görme anlamındadır. Araç yapan insanın (homo faber) başlıca özelliği anlakla donatılmış olmasıydı. Bilen kişinin (homo sapiens) en önemli özelliği de kendisinde sezgi denen yetinin bulunmasıdır. Anlak dışa dönüktür, ezgi ise içe yöneliktir. Anlağın kavrayamadığı "süre"yi sezgiyle bilme nağı vardır. "Homo sapiens" in bir yetisi olan sezgi özdeğe dayalı aşamın denetimi altında değildir. Sezgi insanın yöneldiği nesne boyuna devinen, sürekli bir akış içinde olan, diriliği bulunan, süreç niteliği taşıyandır. Sezginin en önemli başarısı süreyi kavramasıdır. İnsanın gerçeği bilmesi sezginin gücüne bağlıdır. Sezginin bir yeti olarak ortaya çıkması kolay değildir. Kişide kendi içevrenine dönmeyi, kendi "temel ben"inin Varlık alanına girmeyi sağlayan bir çabayı gerektirir. Bu çaba doğal eğilimlerin akışına karşıt bir girişimdir. Bu girişim ise güçlü bir içedönüş eylemidir. Sezgi bilgi kuramıyla bağlantılıdır, bilginin kazanılmasında başlıca kaynaktaynaktır. Bergson' un felsefesinde sezgiye dayanan yöntemin uygulandığı en önemli alan bilgi sorununun ortaya çıktığı yerdir. Ona göre bilgi kuramı belli bir ölçüde ruhbilimin ilgi ortamına girer. Bu ortamda bellek kavramıyla karşı karşıya gelinir. Bergson belleği yapısı ve niteliği bakımından, işlevi yönünden ikiye ayırmıştır. Birincisi gövdeye bağlı, sürekli yinelenmelerden oluşan, kendiliğinden sürüp giden bir işleve dayanır, ikincisi ise anıların imgeleriyle ilişkilidir, "salt bellek"tir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bilgiyi sağlayan yetinin yaşamdan ayrılması olanaksızdır. "Salt bellek"i de bu yaşam bağlantısı içinde görmek gerekir, yaşamla olan bağlantı "yaşam kuramı" ile "bilgi kuramı" arasında 
içten bir ilişkinin bulunduğunu gösterir. Bilginin edinilmesinde tek geçerli ilke olan "sezgi"nin kaynağı da yaşamdır. Bu nedenle sezgi-bilgi bağlantısı kişiyi yaşamın içine çeker. Ancak, bilgi kuramının da anlağı genel gelişimi içinde ele alması gerekir. Yoksa "anlağı genel gelişimi içinde görmek istemeyen bir bilgi kuramı, bize, ne bilgi öbeklerinin kuruluş biçimini ne de bunları hangi yolla genişletip aşabileceğimizi öğretebilir." Anlağın görevi yaşamı 
anlatmaktan çok oluşturmaktır. Yaşam mantık ilkelerine göre ilerleyemez, kimi sürelerde yanılmalara düşer, sapar. Buna karşın evrensel bir nitelik taşıyan yaşam atılımı (elan vital) kendi doğrultusunda gider, değişik bölümlere ayrılarak gelişir. İşte bilgi kuramı ile yaşam kuramı arasındaki varlık bağlaşımını sağlayan ilkeyi bilmek sezginin işidir.  Sezginin güçlülüğü, derinliği bu bağlantıyı kavramasıyla orantılıdır. 


Böylece madde uzayda kişisel biçim yada renk halinde kendini belirtmiş oldu. Bu kavram önce Kandinsky daha sonra ise **Mondirian bu anlayışı uygulamışlardır.



Soyut sanat mekan fikrini ve figürü reddeden resmin konusu ne olursa olsun hiçbir doğa unsurunu ele almadan kendine yeten plastik olanaklarıyla kendi sanatçısını anlatmaya yeten bir anlayıştır. 



 
Kandinsky, Monet’in “Saman Yığınları” adlı eserinden etkilenmiş ve nesnenin gerekliliğinin önemi hakkında içinde ilk şüphe oluştu.
Kandinsky kendini nesneler dünyasından kurtarmış ilk soyut sanatçıdır. 








Sanatçının 1910 yılında yaptığı sanat tarihinde dış gerçekle ilintisi olmayan ilk soyut resim olarak kabul edilir. 
Sanatçı evinin duvarındaki resimlerinin birini baş aşağı görünce asılı resmin figürden kurtulmuş resim olduğunu keşfetmiş ve o anı şöyle anlatıyor.





Henüz başlayan başlayan grup vakti idi. Paletlerimle çalışmadan yeni gelmiştim, dalgındım ve bitirdiğim çalışmamı düşünüyordum.
işte bu sırada anlatılmayacak kadar güzel bir iç pırıltı ile parlayan bir tablo gördüm.













İlkin hayretle durup kaldım, sonra hemen biçim ve renkten başka bir şey görmediğim ve içerikçe anlaşılmaz olan bu muammalı resme yaklaştım ve gördüm ki benim yapmış olduğum ve yanlamasına duvarda asılı duran tablo idi.Artık kesin olarak biliyordum ki obje resimlerime zararlı olmaktaydı.






WASSİLY KANDİNSKY (1866-1944)
Sanatçı Alman resminin lideri olup fovistlerden etkilenmiştir.İlk dönemlerinde Münih ve çevresindeki kırların manzaralarını yapmış. 
Bu dönemde ışık ve renk üzerinde çalışmıştır. Sanatçının duygusal soyutlamanın üç ana kaynağı vardır. İzlenim, Doğaçlama, Düzenleme
soyut müziksel başlıklar adını 1910-1914 yılları arasında yaptığı resimlerine vermiştir.
Birinci ve ikinci grupta sezgiye üçünçü grupta ise temel davranış olan komposizyon yaratışlarında iç dünyasından hareket ederek renk ve çizgi mantığıyla ele almıştır.
1910 ve 1921 yılları arasında ilk soyut çalışmaları ikinci kaynaktan çıkmış, bu dönemde canlı renkleri kullanmadığı görülür.
Bu döneme dramatik dönem de denir.1910 yılına kadar yaptığı çalışmalar birinci kaynaktan olup fovist resimlerdir.
Sonraki yıla da mimari yapıda resim devri denmiştir. Bu dönemde renkler şiddetini korumakla birlikte biçim bakımından düz çizgiler, lekeler birer geometrik şekil haline girer.1925-1928 arasındaki resimlerine ise daireler hakimdir. 
Bundan sonraki dönemleri ise müziğin insanda uyandırdığı isimsiz ve sözcüksüz ahenk duygusunu renk ve biçimle anlatma yolunu bulduğu için “Müziksel Devre”denir.





Soyut ile Soyutlama

a-morf = şekilsiz             morf= şekil

- Tinsellik / Zihinsellik olarak çerilmiş olan kitabı yayınlanır

Fenomenoloji adı altında benzerlikleri olan kitaplar çıkar. Husserl felsefede neyse, Kandinsky resimde odur.

Fenomenoloji :
Kurucusu Alman Filozof Edmund Husserl’dir.
Bu akım,fenomenleri ve bilincin verilerini inceleyerek fenomenin içindeki özü yakalamaya çalışır. Bir başka temsilcisi ise Max Scheler’ (1874-1982) dir.

Bir felsefe akımı olmaktan çok bir yöntem olarak tarif edilmesi yaygındır. Fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir çünkü. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılırdır. Öte yandan, fenomenoloji, bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da meydana getirir.

20.yüzyıl felsefesinde ve kuramsal tartışmalarında etkili ve belirleyici bir yere sahiptir Fenomenoloji. Heidegger'den Sartre'a, Frankfurt Okulu'ndan Foucault'a ve Postmodern düşünürlere kadar pek çok düşünür ve felsefe eğilimde etkisi görülür.

Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şey'ler olarak görmesiyle pozitivizm ve ampirizm'le aynı noktada dursa da, temelde fenomonoloji bu iki felsefe akımına karşı çıkar. Bu karşı çıkış en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda ortaya çıkar. Tek tek nesneler, Fenomenolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Ayrıca, dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla ilkin doğabilimini dışta bırakır ve böylece her iki teorik eğilimi yadsır.

Fenomenoloji, yaygın olarak kullanılan deyişle, öz'lerin araştırılması konusudur. Cünkü, bütün sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi sorununa geri götürülebilir. Ancak, bu noktada ayrımı belirginleştirmek gerekir; Fenomonoloji, öz’lerin bilimi degil, öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimidir aslında. Algının ya da bilincin özü'nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin konusudur.

Husserl'e gerçekliğin kendiliği diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir Bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Yani kendisine yönelen bilinc tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir. Öyle ise, dünya deneyimlerimizin tamamı, bilinç tarafından kurulmuştur, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Bu nedenle fenomenoloji, Bilinç'in sistematik incelemesini hedefler. Hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden uzak durur.

Böylece "fenomenoljik yöntem" denilen nokta öne çıkar. Buna göre, hem bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta bırakılarak, bilginin nasıl ve hangi süreçlerde oluşturuldugu/oluştuğu anlaşılmaya çalışılır. Özgün yöntemsel kategoriler geliştirir Fenomonoloji bu noktada. İki temel kategorisi vardır bu yöntemin; „askıya alma“ ve „fenomenolojik indirgeme“.


Soyut sanatçı nesneyi ve var olan her şeyi ortadan kaldırarak hiçbir şeye benzemeyen bir takım görseller elde eder. Öze inme yöntemi aslında Kandinsky'nin anlatmaya çalıştığıdır. İçsel dürtüler.. Yaratıcı ruh, ihtiyacı olan formu yaratır. Sanatçı' nın form bulunduğu form anlayışı, içinde bulunduğu duruma göre değişir. Objelerin kendi ruhsal sesleri var (çok hoşuma gitti:) ; bu arayış içersinde resim yapmak... Müzik- Resim, Ses...Müziğin resmini yapmaya çalışıyor olmak (ki bana göre "resimlerin" müziğini yapmak**)
İlk defa bu anlayış 1910'larda kuruluyor. Kitabında ise renklerin insanlar üzerindeki etkiyi anlatıyor (kopmadınız dimi?? Hala Kandinsky'deyim:))

Ancak yalnız / marjinal/ radikal olan hem toplumu hem sanatı farklı bir yere getirebilir.

Materyalizmin tinimizi öldürdüğünü ve buna karşı çıkılması ve bunun değiştirilmesi gerektiği düşüncesi ile "TİNSELLİK" başlıyor. Kurulan Teozofi dernekleri meselede oldukça etkili oluyor. (Teozofi'nin ne olduğu yukarıda ayrıntılı bir şekilde yazdım)

Rudolf Steiner :       http://www.rudolfsteinerweb.com/
- aracı kurumların kaldırılması
- aydınlanmaya ulaşma
- arınma durumları
Bu anlayış çok yayılmaya başlıyor.


Mondrian Kandinsky'den etkilenmeye başlıyor1950' lerden sonra soyut sanat patlıyor.



Mondrian- Broadway Boogie Woogie 1942/1943

Paris ekolü artık hep soyut çalışıyor.







Jackson Pollock









Rothko











Theo Van Doesburg



































Psikanaliz Estetik Kuramcıları:


Wilhelm Worringer



Soyutlama ve Özdeşleyim (Einfühlung) yalnız bir sanat tarihi değildir, yalnız bir sanat teorisi de değildir: ama, engin ve derin sanat tarihi analizlerine dayalı özgün bir sanat teorisi ya da bir kültür teorisidir. O , Grek, Ortaçağ, Renaissance, Kuzey, İslâm ve Bizans sanatlarına “soyutlama ve özdeşleyim” gibi iki psikoloji kavramı ile eğilir ve sanat tarihini, aynı zamanda kültür tarihini psikolojik olarak temellendirmek ister.






Soyutlama ve Özdeşleyim, sanat tarihine ve kültür tarihine getirdiği bu anlayışla, yalnız çağımızın temel kitaplarından bir olmakla kalmaz, tüm çağların ölümsüz yapıtlarından biri olma niteliğini de elde eder.

Theodor Lipps
http://ajp.psychiatryonline.org/cgi/reprint/165/10/1261.pdf







T.L. der ki : "Biz bir yapıtın karşısına geçtiğimizde, o yapıta kendi duygularımızı taşıyormuş gibi algılayıp yorumlarız."


Lipps'e karşı Worringer bu tarz resimlerin bu şekilde ifade edilemeyeceğini söyler. Bunun bir içtepisi olarak ele alır ve buna "soyutlama "der. 20. yüzyıl insanı mutlak olanı arıyor. Mutlak olanın arayışı!

Maleviç 
Kiev Sanat Okulu’nda eğitim gören Maleviç’in erken dönem resimlerinde, izlenimcilik akımının ve özellikle Cézanne’ın etkisi çok açıktır. Daha sonra “avant-garde” anlatıma yönelmesiyle resimlerinde bir değişim söz konusudur. 
“Kilisedeki Köylüler” (1910-11) ve “Bahçıvan” (1911) gibi resimlerinde Rus köylülerini konu ettiği dönemde “neo-primitivist” izleri görülmektedir. İleriki dönemlerinde Léger’den de etkilenerek “Köylü Kız”(1912-13) ve “Bileyici”(1912-13) gibi resimlerinde farkedileceği üzere “cubo-futurist” akımına eğilim gösterdiği anlaşılmaktadır. “Suprematist Resim: Beyaz Üstüne Beyaz” (1917-19) adlı resmin örnek verilebileceği ve öncüsü olduğu “suprematism” akımıyla ulaştığı nokta ise sanat hayatının doruğu olarak yorumlanabilir.